İlk sayısında saha’nın yola çıkış gerekçesini tarif ederken “gündelik hayatın her alanına sızan tekinsizlik ve eğretilik halinden azade olma ihtiyacı ve çabası”ndan dem vurmuştuk. Bugünün dünyasında anlamı iyiden iyiye silikleşmiş olan yurttaşlık kavramının tekrardan bir kıymeti olacaksa, bu yaygın belirsizlik halinin ve onun siyasal içerimlerinin göz önünde tutulması gerektiğini anlatmak istemiştik. Zira aradan geçen zamanda belki açıkça ortaya çıktığı üzere, belirsizliğin kural haline geldiği bir varoluş biçimi küresel otoriter dalgayı daha da yukarı taşıyor. Neticede yurttaşlık kavramının bir zamanlar ima ettiği değerler birer birer çözülüyor. Sıradan insanların geçim derdinden göç politikalarına toplumsal hayatın her boyutunda deneyimledikleri güvencesizlik halleri, özgürlüklerin kısıtlanmasına, eşitsizliklerin doğallaştırılmasına, hatta bizatihi eşitlik fikrinin bir ideal olarak dahi geçersizleşmesine kapı aralıyor. Dahası bu varoluş biçiminin kendisi otoriter siyasal figürler nezdinde bu hızlı sürüklenişe payanda oluşturuyor.

Karşımızda duran manzarayı çoğu kez ekonomik gidişata ya da siyasal gelişmelere odaklanarak tanımlasak da, günümüzde tanık olduğumuz kriz yalnızca bu iki alanla sınırlı değil. Manzarayı iyiden iyiye karartan, belki siyasal ve ekonomik gelişmeleri dahi bir anlamda ikincilleştiren bir diğer kriz dinamiğini, ekolojik yıkımın eşiğinde olduğumuzu hesaba katmadan içinde yaşadığımız zamanı anlayamayız. Keza insanın doğa ile kurduğu ilişkinin artık yıkıcı sonuçlar ürettiği gerçeği bir dizi göstergesiyle günbegün karşımızda: Aylarca söndürülemeyen orman yangınları, sıklaşan sel felaketleri, deniz suyu seviyesindeki dramatik artışlar, yeri geldiğinde batı dünyasının metropollerini dahi yerle yeksan eden fırtınalar gibi aşırı hava olayları örneğin. Uzmanların iklim krizinin semptomları olarak gördükleri bu türden felaketlerin sıradanlaşmasının, dolayısıyla ekolojik krizin alenileşmesinin, içinde yaşadığımız zamana rengini veren endişe ve korkuları pekiştirmediğini düşünmek hata olur.

Diğer yandan, bu gidişat karşısında ortaya konan tepkinin de günden güne yükseldiğine tanıklık ediyoruz. Hatta ekoloji alanındaki entelektüel, politik ve idari ilerlemenin büyük ölçüde bu sivil tepkinin ürünü olduğunu söylemek mümkün. Dünyanın dört bir yanına yayılmış küçüklü büyüklü toplumsal hareketler, kendi alanlarındaki inkarcılıkla mücadele eden araştırmacılar, ana akım medyanın görmekten imtina ettiklerini ısrarla takip eden gazeteciler ve sivil toplum kuruluşları olmasaydı, muhtemelen bu alanda bugün tartışa geldiğimiz gündem maddeleri de bu denli geniş olmayacaktı. Veyahut her ne kadar hükümetlerin bir bölümü ayak diriyor olsa da kürenin geleceğinin masaya yatırıldığı zirveler düzenlenmiyor olacaktı. Bu sebatkâr çabanın kendisini, ânın belirsizliğine verilmiş başka türden bir yanıt, bugün yurttaşlığı yeniden düşünmenin ve inşa etmenin yolu olarak okumak mümkün.

Tüm bunlar ışığında saha’nın beşinci sayısı 2000’ler Türkiyesi’ne odaklanıyor ve bu kez ekoloji perspektifinden bir bilanço çıkarmayı murat ediyor. Şüphesiz ülkenin hızlı ve dramatik bir dönüşüm geçirdiği bu dönemi baştan sona ele almak mümkün olmayacaktı. O nedenle daha ziyade bu alandaki tartışmaya bir giriş yapmaya, tartışmanın köşe taşlarını ortaya koymaya ve böylelikle Türkiye bağlamında oluşan birikimin bir kısmını alan dışındaki okuyucuya aktarmaya çalıştık. Daha özgür bir ülke ve dünya arayışımızda eksik bıraktıklarımızı, yeterince göz önünde tutmadıklarımızı öğrenmenin vesilesi olacağı umuduyla.