Yargıç Anna Adamska’yla Türkiye’de gözlemlediği davalar üzerine röportaj
P24'ten Özgün Özçer, hak savunucularının korunması ve adil yargılanma hakkı ile ilgili yürüttüğümüz çalışmamızın uluslararası gözlemcilerinden Anna Adamska ile gözlemlediği davalar üzerine konuştu:
Özgür Gündem gazetesine açılan ana davayı izlemek için Türkiye’ye geldiniz. Daha önce de Afrin harekâtını protesto eden Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine yönelik açılan davanın bir duruşmasını takip etmiştiniz. Neden bu dönemde bu kadar çok gözlemci Türkiye’ye gelip davaları takip ediyor? Türkiye’deki dava sürecine yönelik nasıl bir algı var?
Türkiye’deki yargı sistemine ilişkin olumsuz bir algı var çünkü yargı artık bağımsız değil. Bağımsız bir yargıç huzurunda adil yargılanma hayatî bir insan hakkı. Türkiye maalesef yurttaşlarına bağımsız mahkemelere erişebilme taahhüdü vermiyor, bu haklarına saygı göstermiyor. Türkiye’de şu anda devam etmekte olan o kadar çok dava var ki… Maalesef hepsini gözlemleyemiyoruz, bu sebeple de davaları belirli kriterlere göre seçmeye çalıştık.
Dava izleme yoluyla durumu değiştiremeyeceğimizin farkındayız. Ancak Türkiye’de olup bitenler hakkında konuşmayı sürdürmek önemli çünkü insanlar bunu unuttuğunda yapacak bir şey kalmaz. Konuşmalı, “sorun bu” diye tekrarlamalısınız. Değişiklikler zaman alır ama bir sorun hakkında konuşmanın faydası vardır zira sürekli bir baskı olmasını sağlar. Bu baskı beklediğimiz kadar yoğun olamayabilir ama gelecekte meyvesini verebilir.
Böylesine baskıcı koşullar altındayken insanların uluslararası toplumun yanlarında olduğunu bilmelerinin de önemli olduğunu düşünüyorum. Onlara umut veriyor ve “daha henüz kaybetmedik, değişim için hâlâ bir şans var” diyebilmelerini sağlıyor.
Son derece karmaşık ve hassas vakalara tanık olan deneyimli uluslararası bir yargıç olarak, izlediğiniz duruşmalardan ne tür gözlemler edindiniz?
Hemen ilk bakışta çok net bir şekilde gözle görülen şey şuydu: Savcı (duruşma salonunda) yargıçlarla aynı masada oturuyor. Bu çok manidar çünkü iki tarafın bağımsız mahkeme karşısında eşit olmadığı izlenimini veriyor: Savcı ve savunma eşit olmalıyken, savcı yukarıda. Daha en başından bir dengesizlik veya tarafsızlık noktasında bir eksiklik olduğu duygusuna kapılıyorsunuz.
Özgür Gündem ana davasında izlediğim duruşma [not: davanın 10 Aralık 2019’da görülen 10. celsesi] çok kısaydı ve yalnızca duruşmanın ertelenmesi söz konusu oldu. Ancak Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine açılan davada izlemiş olduğum duruşma ise daha ilginçti çünkü savunma tarafı dosyaya yeni bir delil eklenmesi için bir dilekçe sundu. Bir tanığın ifadeye çağrılmasını istiyorlardı. Savunma tarafının sunduğu dilekçeye göre davayla ilişkisi olan belirli noktalarda beyanda bulunması için bir tanığın adını önerdiler. Benim bakış açıma göre bu dilekçenin geçerli sebepleri vardı ve söyleyeceklerinin neler olduğunun dinlemesi için söz konusu tanık kabul edilmeliydi. Söyleyecekleri davanın sonucuna etki edebilirdi.
Ancak davaya bakan yargıç, ki ilk ândan itibaren açıkça görülen bir şekilde dilekçeyi engellemeye çalışıyordu. Önce çok geç olduğunu, usûle uygun olmadığını vs. söyleyerek talebin sunulmasına izin vermek istemedi. Ardından da davanın sonucuna bir etkisi olmayacağı gerekçesiyle talebi reddetti. Bu da, davayla ilgili kesin bir kanaate vardığının bir işareti olabilir. Bunu yaparak da tarafsız olmadığını, bir önyargıyla yaklaştığını ve daha şimdiden davanın sonucunun ne olacağını varsaydığını gösterdi.
Uzun yıllar boyunca ceza davalarında yargıç olarak görev yaptım. Savunma avukatları bir şeyin yaşanmadığını ispatlamaya yönelik bir talep sunduğunda bunu reddetmek, özellikle de isnat edilen suçun gerçekleşip gerçekleşmediğine dair kritik öneme sahip bir bulguyla alakalıysa, yalnızca çok istisnai durumlarda tercih edilebilir. Örneğin bir talep tamamıyla temelsizse, hiçbir dayanağı yoksa veya bu talebi sunan taraf apaçık bir şeyi ispatlamaya çalışıyorsa… Ancak burada savunma suç mahallinde bulunan bir tanığın ifade vermesini önermişti. Bu kişi davanın sonucuna etki edecek bir bilgi sahibi olabilirdi.
Bu son derece çarpıcı bir nokta çünkü sizin “istisnai” dediğiniz Türkiye’de kurala dönüşmüş durumda. Sadece tanıklarla ilgili olarak değil, sanıkları aklayabilecek uzman raporları da mahkemeler tarafından nadiren kabul ediliyor. Öte yandan savcılar da mütalaa sunarken savunmaları dikkate almıyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Savcının bir sanığın savunmasını dikkate alması aslında o kadar büyük bir sorun değil. Çoğu sistemde – Avrupa’yı örnek verebilirim ama ABD’de de öyle – savcı davayı kazanmak istiyor. Dolayısıyla hakkında iddianame hazırlanan kişinin cezalandırılması gerektiğine inanıyor.
Ama diğer taraftan davaya bakan yargıç var. Savcı ve savunma tarafından sunulan tüm delilleri değerlendirmek onun rolü. Toplanan delillerin bir kişinin suç işlediği kararını vermek için yeterli olup olmadığını bağımsız bir şekilde değerlendirecek olan yargıç. Yargıçlar bağımsız olduğunda, savcıların bağımsız olmaması çok büyük bir sorun teşkil etmez çünkü günün sorunda kararı verecek olan yargıçtır. Ama yargıç davada sunulan her şeyi değerlendirmekle yükümlü. Dolayısıyla bir yargıç yalnızca savcı tarafından sunulan delilleri dikkate alıp, savunma tarafından sunulanları göz ardı edemez. Böyle bir şey adil yargılamanın apaçık bir ihlalidir.
Sıklıkla karşılaştığımız başka bir unsur ise yargıçların uluslararası ve yerel içtihadı görmezden gelmeleri. Mesela “terör örgütüne üyelik” hükmü verirken mahkemeler Yargıtay’ın bir kişiyi bu suçtan cezalandırabilmek için belirlemiş olduğu yedi kriteri aramaktan imtina ediyorlar. Mahkemelerin bunun gibi içtihada dönüşmüş kararları görmezden gelmeleri konusunda ne düşünüyorsunuz?
Yargıtay’ın “terör örgütü üyeliği” suçuna ilişkin bu bahsettiğiniz yedi kriteri okudum. Tüm bu kriterler prensipte kanıt düzeyine ilişkin uluslararası standartlarla uyumlu. Bu gerçekten de iyi tanımlanmış kriterler tam da bir kişinin kendi isteğiyle katıldığı örgütün bir terör örgütü olduğunu bildiğini ispatlamanız gerektiği için varlar. Bu da Türkiye yargısını artık bağımsız olmadığının bir başka işareti. Eğer yargı hâlâ bağımsız olsaydı, bir yaklaşım değişikliğine ve Yargıtay tarafından belirlenen bu kriterlerin uygulamaktan vazgeçmeye gerek duyulmazdı.
Yapılan yasa değişikliği da terör örgütüne üyelik, terör örgütü propagandası vb. gibi suçların tanımını öylesine muğlaklaştırdı ki bunun sonucu olarak savcı ve mahkeme neredeyse her şeyi bu suçların kapsamında değerlendirebiliyor. Bu da ayrı bir sorun. Yasa değişikliğinin ardından yargıçlar Yargıtay tarafından daha önce belirlenen prensiplerin artık geçerli olmadığını söyleyebiliyor. Bu da bir argüman olarak öne sürülebiliyor. Ancak bence en önemli nokta, bu durumun siyasi atmosfer değişimine işaret etmesi. Yargıçlar giderek siyasetçilerin beklentilerine karşı cevap vermeye daha çok meyilli hâle geliyorlar.
Tam da bu noktada, daha önce bir ülkenin Anayasa Mahkemesi’nin verdiği bir karara direnen bir mahkeme duydunuz mu? Böyle bir şey duyduğunuzda ne düşünüyorsunuz?
Bazı kuralları uygulamak veya uygulamamak bir şey. Koşulların biraz daha farklı olduğunu, bir ilkenin farklı bir bağlamda geçerli olmaması sebebiyle bunu uygulamak durumunda olmadığınızı değerlendirmek her zaman mümkün. Ama bir ülkenin en yüksek mahkemesinin kararına uymamak bambaşka bir şey. Böyle bir şeyin meydana gelmesi, o ülkede hukuk devletinin artık olmadığının bir ispatı daha demek. Bu kararlara uymak ve gereklerini yerine getirmek hukuk devletinin en temel öğelerinden biridir. Bir mahkeme, herhangi bir diğer mahkemenin kararına uymazsa bile çok kötü bir işarettir.
Yine terör suçlamalarıyla ilgili – gerek savcılar gerek mahkemelerin gözdesi hâline gelen bir suçlama var ki o da “örgüt üye olmamakla birlikte örgüte yardım.” Üyelik ve propaganda suçlarının tanımının muğlak olduğunu söylemiştiniz, ancak aralarında bir muğlaklık yarışması olsaydı kazanan muhtemelen bu bahsettiğim suçlama olurdu. İfade özgürlüğü davalarında gazetecileri, yazarları, hak savunucularını, akademisyenleri ve öğrencileri cezalandırabilmek için böyle bir formül bulunmasını nasıl değerlendirirsiniz?
Bu biraz arkasındaki amacı gösteriyor. Nitekim bu hüküm siyasi muhaliflere karşı kullanılıyor, dolayısıyla siyasi ortamdan memnun olmayan herhangi bir kişi bu suçlamayla baskı altına alınabilir. Gördüğünüz gibi, her zaman bir şey bulmak mümkün. Örneğin bir telefon uygulaması tespit etmek [ByLock] insanları terör örgüt üyeliğinden mahkûm etmeye yeterli olarak görüldü. Bu da siyasi muhaliflere karşı ceza davalarıyla hukukun suiistimal edilmesine açık kapı bırakıyor.
Bu bende bir kişinin suçlu olduğunu ispatlama zahmetine girmek istemedikleri izlenimini yaratıyor. Şöyle anlıyorum: “Bakın, ben bu kişiyi öyle ya da böyle cezalandıracağım. Bir de terörist olup olmadığını ispatlamakla uğraştırmayın beni.”
Bu aynı zamanda çok uzun süre delil aramaya olanak tanıyor. Mesele Boğaziçili öğrenciler davasına dönecek olursak, yargılanan öğrencilerin tüm bilgisayarları ve cep telefonlarına el konulmuştu. Savcı onları inceledi, incelemenin neticesinde bir rapor hazırlandı. Görünen o ki hiçbir şey bulamadılar ancak bu bilgisayarları ve cep telefonlarını tutmaya ve arama yapmaya devam ediyorlar. Bu şekilde, sanki “sadece” propagandayla suçlanıyorlarmış gibi, belki de daha ciddi suçlamalar yöneltmelerini sağlayacak “afili” bir şey bulmayı umuyorlar. Belki bilgisayarlarında öyle bir şey bulacaklar ki öğrencilerin “terör örgütü üyeliği” suçundan yargılanmalarına zemin oluşturacak…
Bu tip durumlarda yargıçların kanıt standardı ve masumiyet karinesi konusunda çok dikkatli olmaları gerekiyor, değil mi?
Evet, kesinlikle. Bildiğim kadarıyla Türkiye’de de tüm hukukçulara öğretilen bu: Suç işlemiş 99 kişiyi beraat etmek masum tek bir kişiyi mahkûm etmekten daha önemlidir. Bir yargıcın bir kişinin suç işlediğinden yüzde yüz emin olması gerekir. Bunun için önce suçun açık bir tanımı gerekir. Suç ne demektir? Bu, kanunda açık bir şekilde tanımlanmalıdır çünkü bir kişinin neyin kanuna aykırı olduğunu, neyi yapamayacağını bilmesi gerekir. Herkes öldüremeyeceğini ya da çalamayacağını bilir, bu açık. Ama “terör örgütü üyeliği” veya “terör örgütü propagandası” propagandası gibi suçlarda bu daha zor.
Yargıç olarak verdiğiniz kararın sorumluluğunu alırsınız. Karşınızda biri vardır ve onunla ilgili ne yapılacağına siz karar verirsiniz. Özellikle de bir insanın özgürlüğünden mahrum bırakılmasının, yıllarca cezaevinde yatmasının söz konusu olduğu mahkûmiyetler o kişinin hayatına ciddi bir şekilde zarar vermek anlamına gelir. Bir yargıç olarak karşınızda duran kişi hakkında kararı sizin verdiğinizi sürekli hatırlamalısınız.
Yargıçlar siyasi kontrolden yalıtılmış değillerdir, kabul. Ancak ayan beyan keyfî bir hüküm veren bir yargıcının aklından neler geçiyordur sizce?
Sadece tahayyül etmeye çalışabilirim – Türkiye’de yargıçlar ve savcılar büyük bir baskı altındalar. Yargılamalar sırasında duruşma salonlarında alıkonulan, tutuklanan ve küçük düşürülen yüzlerce yargıç ve savcının görüntülerinin hâlâ akıllarında olabileceğini düşünüyorum. Bu son derece olağanüstü bir durum çünkü herhangi bir ülkede yargıçlar Türkiye’deki gibi bir muamele görmezler. Halen cezaevinde hükümlü veya tutuklu yüzlerce yargıç ve savcı var. Türkiye’de yargıçların korkuyor olmalarını anlayabilirim. Diğer yargıçların başlarına neler geldiğini biliyorlar ve sonuçta onlar da insan. Kafalarında şöyle bir düşünce olabilir: Burada bir karar verecek olursam ve bazı siyasi erkler tarafından onaylanmazsa, başıma ne gelir? Bunun da bütün bir sistemin bozulmasına neden olan bir etkisi var.
Yargıçların zor kararlar vermekten kaçınıyorum ve burada konuştuğum meslektaşlarım da benzer şeyler söylediler. Özellikle hassas davalarda yargılamaları olabildiğince uzatmaya ve karar vermemeye çalışıyorlar. Daha küçük çapta asliye davalarına bakıp büyük ceza davalarına girmemeye çalışabiliyorlar çünkü biliyorlar ki asıl izlenen ve siyasi muhaliflere karşı araçsallaştırılan davalar bunlar. Yargıçlar psikolojik açıdan çok zor bir yerdeler. Şu anda onlardan birtakım şeyler bekleniyor ancak, kim bilir, belki de bundan birkaç yıl sonra bu dönemde almakta oldukları kararlardan dolayı cezalandırılabilirler. Bu da bağımsız karar vermelerine yardımcı olan bir durum değil.
Yakın gelecekte, bu dönemde görev yapan yargıçlara yönelik soruşturmalar açılabileceğini düşünüyor musunuz?
İnsan haklarının sınırlandığı bir devletten hukuk devletinin işlevsel kılındığı demokratik bir yapıya geçiş süreçlerindeki birçok ülkede bunu gördük. Örneğin yargıçlar güvenlik incelemelerine tabi tutulabiliyorlar. Bu çerçevede yargıçlar, zor koşullara rağmen bağımsız hükümler verebildiklerini, kanunu ihlal etmediklerini ve suç işlemediklerini ispatlamak zorunda kalabiliyorlar. Bu tarz güvenlik incelemeleri, insan hakları ihlallerinin yaşandığı dönemlerden sonra birçok ülkede uygulandı, Arnavutluk ve savaş sonrasında Balkan ülkelerinde mesela. Hâlihazırda da Ukrayna’da benzer bir süreç yaşanıyor.
Ahmet Altan’ın üç yılın ardından tahliye edilmesi sonrasında yeniden tutuklanma süreci bu açıdan çok çarpıcıydı. Savcı, mahkemenin tahliye kararına itiraz etti. Savcıyla beraber de TBMM – ki darbe girişiminin bir mağduru sıfatıyla davaya katılmak istemiş ancak mahkeme reddetmişti – de itirazda bulundu. Benzer bir girişimde bulunan bir diğer kurum ise Cumhurbaşkanlıktı.
İşte görüyorsunuz. Bir yargıç tahliye kararı alacak kadar cesur ve bağımsız davrandığı anda siyasetçilerden, Meclis’ten ve Cumhurbaşkanlıktan beklenen karara dair bu mesajları alıyorsunuz. İkinci aşamada karar verildiğinde kendilerinden beklenen yapılıyor.
Peki bu aynı zamanda yargının tamamına bir mesaj olarak değerlendirilebilir mi?
Bence değerlendirilebilir. Eren Keskin’le görüştüm. 17 yıl hapis cezasına mahkûm olmuş ancak daha kesinleşmemiş. Halen çok ciddi suçlamalardan yargılanıyor. Bu koşullar dikkate alındığı zaman birçok ülkede suçun niteliği ve hâlihazırda verilen hüküm nedeniyle tutuklu yargılanırdı. Hâlâ serbest olmasının arkasında bazı nedenler olabilir. Belki de uzun bir hapis cezasına çarptırılması ve hükümlerin kesinleşmemiş olmasında bir mesaj vardır, ülkeyi terk etmeyi düşünebileceği gibi.
Yani bu mesajlar çok değişik şekillerde okunabilir ve her durum diğerinden farklı, öyle mi?
Evet, kesinlikle.
Siz Polonyalı bir yargıçsınız, hükümetin yargı reformunun bundan birkaç ay önce Avrupa Komisyonu’nun şikâyeti üzerine Avrupa Adalet Divanı’nda tarafından yargı bağımsızlığına aykırı bulunan bir ülkeden geliyorsunuz. Türkiye’deki durumu belki biraz daha iyi anlayabilirsiniz. Reformlar yapıldıktan sonra yargı bağımsızlığında gerileye gidiş olmaması nasıl sağlanabilir?
Polonya’da yargıçlar üzerinde çok büyük baskılar var, bu doğru. Hukuk devleti zedelendi, hükümetimiz yargı kararlarına uymadı, bu da doğru. Ancak aradaki fark ise şu: Polonyalı yargıçlar tutuklu değiller. Birçoğuna yönelik disiplin soruşturmaları açıldı, ancak yapılan bu durduraksız saldırı yargıçları aksine güçlendirdi. Daha fala birlik oldular. Birliktelik duyguları yükseldi, böylece hukuk etiğiyle bağdaşır, cesur ve bağımsız bir tutum sergileyebildiler.
Burada önemli olan şey şu ki yargıçlar sivil toplum ve baro birliklerinde avukatlar tarafından büyük bir destek gördüler. Bu desteği hissedebiliyorlar. Avukatların, hukuk devletinin yozlaşmasına yönelik eleştirilerinden dolayı disiplin soruşturmalarına tabi tutulan yargıçlara danışmanlık yaptığı Mahkemeleri Savunma Komiteleri gibi yapılar da oluştu. Bununla beraber, insanlar da bağımsız mahkemelerin kendileri için ne kadar önemli olduğunu anlamaya başladılar. Bağımsız mahkemelerin varlığı, herkese bir gün mahkemede objektif ve hukuka uygun olarak karar verilmesi gereken bir dava açılabileceği için önemli.
Polonyalı yargıçlar da bu süreçte toplumla temaslara daha açık hâle geldiler. Yargıçların da katıldığı çok sayda açık toplantılar tapıldı. Tabii önemli olan bir nokta daha var, ki bu da siyasi anlamda büyük bir fark, Polonya Avrupa Birliği’ne üye. Dolayısıyla Avrupa Birliği’nin baskısı, özellikle de Avrupa Adalet Divanı’nın aldığı kararlar büyük bir öneme sahip. Bu açıdan Türkiye’den çok daha iyi bir konumdayız. Ancak hukuk devletini yeniden tesis etmek zaman alacak, Polonya’da da bu öyle.
Polonya’da yargıç ve savcılar kimler veya hangi kurum tarafından atanıyor?
Polonya’daki atama prosedürü Türkiye’dekine hayli benzer. Prosedürün rekabete dayalı ayağı Yüksek Adalet Konseyi tarafından yürütülüyor. Ardından Yüksek Adalet Konseyi adayları Cumhurbaşkanı’na sunuyor ve yargıçlar cumhurbaşkanı tarafından atanıyor. Ancak bu atamanın usûlen olması gerekiyor, cumhurbaşkanı bu sürece müdahale etme yetkisi yok. Polonya’da şu anda büyük bir sorun hâline elen – ki Türkiye’de de benzer bir sorun yaşanmıştı – Yüksek Adalet Konseyi’nin kompozisyonu. Avrupa standartlarına göre Yüksek Adalet Konseyi (gibi yapıların) üyelerinin çoğunluğun bizzat yargıçlar tarafından seçilen temsilci yargıçlar olası gerekiyor. Polonya’da ise Yüksek Adalet Konseyi üyesi yargıçlar Parlamento tarafından ve aslında iktidarda olan tek bir tarafından seçildiler çünkü muhalefet bu oylamada yer almayı reddetti. Bu sebepten Yüksek Adalet Konseyi artık bağımsız bir kurum değil ve siyasetçilerin yoğun bir etkisi altında.
Bu nokta da Avrupa Adalet Divanı’nın Polonya hakkında verdiği ihlal kararındaki argümanlarından biriydi: Divan, yargıçları atayan kurumun bağımsız olması gerektiğini ve Polonya’da bunun böyle olmayabileceğini ifade etti.
Bir diğer önemli gelişme ise şuydu: Türkiye’de yargıçlar darbe girişiminin ardından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin başvuruları kabul etmesini istediğinde, talepleri geri çevrildi. Polonya’yla ilgili ise Avrupa mahkemelerine yapılan başvurular kabul edildi.
Ancak başvurular Avrupa Adalet Divanı’na yapıldı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne değil…
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde beklemekte olan başvurular da vardı. Türkiye’deki yargıçların başvuruları reddedilirken, Polonyalı yargıçlarınki kabul edildi. Farklı bir yaklaşım söz konusuydu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye’yle ilgili önce ulusal düzeydeki tüm yasal yolların tüketilmesi gerektiğini söyledi. Polonya’ya ilişkin Anayasa Mahkemesi’ni artık bağımsız bir mahkeme olarak algılamadığı için başvurular bu mahkemenin karar beklenmeksizin kabul edildi.
İşe Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yönelik Türkiye’de yapılan en büyük eleştiri tam da bu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, kararı evvela Türkiye’de Anayasa Mahkemesi’ne bırakmak için başvuruları kabul etmediği veya karara bağlamadığı söylenir hep. Anayasa Mahkemesi’nin bazı kararları olumlu olabiliyor, tabii alt derece mahkemeleri lütfedip uyarlarsa. Peki, Avrupa Anayasa Mahkemesi’nin Polonya için gösterdiği tutumu Türkiye için de gösterebileceğini düşünüyor musunuz?
Türkiye’de Anayasa Mahkemesi’nin durumunun tam olarak nasıl olduğunu bilmiyorum ama önünüzde Polonya’yla ilgili bir emsal var. Bazı durumlarda, ki hepsi yargıyla bağlantılı da değil, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi’ne başvuru yolu tüketilmeden Polonya’dan yapılan başvuruları kabul etti. Bu emsal Türkiye’den yapılacak başvurularda da kullanılabilir.
Polonya’da bu süreçteki en önemli aktörlerden biri de Yargıçlar Derneği’ymiş. Yargıçlar inisiyatif alarak hukuk devletinin güçlendirilmesinde bir rol oynamalı mı?
Kesinlikle. Yargıçların, tehdit altında olduğunda hukuk devletini savunmak gibi bir zorunlulukları var. Yargı dernekleri bu süreçte önemli bir rol oynarlar. Bağımsız yargı dernekleri Türkiye’deki darbe girişimin ardından kapatılan ilk kurumlardan biriydi. Demokrasi ve hukuk devletini korumak istiyorsanız yargıç dernekleri de dâhil olmak üzere sivil toplumun gücü çok önemlidir. Aktif bir toplum olmadan bunun mümkün olduğunu sanmıyorum.
Türkiye’de yeni yargı reformunu işitmişsinizdir. Reformun ardından ilk aşamada bazı tutuklular tahliye oldu. Bir yargıç hükümet tarafından böyle adımlar atıldığını görünce ne düşünür?
Belki küçük bir değişiklik olabilir. Bu kadar sert ve katı ceza politikaları mütemadiyen süremez. Belki de yargıçlara yönelik bir az daha müsamahakâr olma sinyalidir.
İlk başta öyle bir algı oluştu ama mesela Cumhuriyet davasında alt derece mahkemesinin Yargıtay kararına direndiğini görünce bir kısmımız, reformun tam da korktuğumuz gibi olduğunu düşündük: Basit bir göz boyama.
Ayrıntılarını bilmediğim için reform üzerine bir değerlendirme yapmam zor ancak esas kritik olan yargı bağımsızlığını tesis etmek. Bir kere her şey insanla başlıyor. Kararları insanlar alıyor. Bu yüzden yargıçlar bağımsız olmalı ve bağımsızlıkları güvence altına alınmalı çünkü öbür türlü kararlarını rüzgârın estiği yöne göre verecekl. Tabii bu olmamalı. Yargıçlar her zaman kanuna, vicdana ve sunulan delillere göre karar vermelidir.
Herhangi bir yargıç keyfî uygulamalara yenik düştüğünün bilincinde olabilir mi?
Evet, bu olabilir. Karşılığında bir çeşit ödül bekledikleri için yaptıklarının yanlış olduğunun farkında olup yine de bunu yapmaya karar verebilirler. Haklı olduklarına inanan yargıçlar da vardır. Dediğim gibi, onlar insan ve çoğu düşük bir profil tutup hassas davalara dokunmadan işlerini yapmaya çalışıyorlar. Duruma ayak uyduruyorlar. Bütün yargıçlar kahraman değiller ve onlardan kahraman olmalarını bekleyemezsiniz.